12 Eylül 2015 Cumartesi

Şehit Kanıyla Siyaset Yapmak

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde... diye başlayan klasik siyasetçi jargonunun eskiden halk üstünde sosyal olarak olumlu bir etkisi vardı fakat işe ne kadar yarardı bilinmez. Adalet ve kalkınma partisi geldi ve bu diskurun şaftını komple kendi egemenlik alanına kaydırdı. Artık ihtiyacımız olan şey birlik ve beraberlik değil, dindarlar ve laikler genelinden akp'ye oy verenler ve vermeyenler özeline menfaat ilişkilerine dayalı herşeydi. Hem laik hem müslüman olunmaz sözünü siz unutmuş olabilirsiniz ama biz unutmadık, mesela içki içen alkoliktir ama akp'ye oy veriyorsa alkolik sayılmaz gibi ifadeler bu çıkar ilişkilerini besleyen veciz sözlerdi.

Tabi ortada yağı çıkarılacak sinek kalmayınca akp iktidarına koltuk değnekliği yapacak başka bir kavram lazım oldu. Dört yıldır at pazarlığı yaptığı ve iktidarının garantisi bir siyasi grubu ve arkasındaki illegal örgütü karşısına almak akp'nin arayıpta bulamadığı kavramı altın tepside önüne getirdi.

Milliyetçilik, nam-ı diğer Vatanseverlik. Bunun güzel tarafı yıllardır altı okla dalga geçen zevatın hiç değilse oklardan birine sahip çıkma arzusuydu. Tüm bu süreçte Tayyip Erdoğan'ın, sorgusuz sualsiz ak dediğine ak, kara dediğine kara diyen garip bir kitle türedi. 2011 yılında Oslo'da pkk ile mit arasında geçen görüşmelerde mit temsilcisi Afet Güneş'in pkk'lı Sabri Ok'a şehirleri patlayıcılarla doldurduğunuzu biliyoruz dediği ses kayıtları internete düştüğünde kayıtların montaj yayanlarınsa vatan haini olduğunu iddia etmişti bu kitle. Aynı kitle bugün pkk'nın çözüm sürecinde silah stokladığını sırf Tayyip Erdoğan öyle dedi diye deli gibi savunuyor. Belliki bir tek bize batmış o kayıtlar. Aman ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza bey mantığının, aman sürecimize zarar gelmesine evrilmesinin ülkeyi soktuğu boktan durumu bir tek ben görmüyorumdur umarım.  

Hatta bu görüşmelerle ilgili ilginç bir ayrıntı da mit müsteşarı Hakan Fidan'ın nasıl olsa orası özerk bölge olacak o zaman öğretmen tayinleri dahil bütün eğitim hizmetleri valilik ve belediyelere devredilecek dediği rivayet edilir ki bu durum için chp grup başkanvekili Haluk Koç tarafından mecliste gensoru önergesi verilmiş hükümet bunu inkar etmemiş görüşebiliriz ama hiçbir mutabakatın altında imzamız yok diye inkar etmiştir. Oysa bu tip görüşmelerde taraflar ortak bir metin üzerinde anlaşır ve imzayı denetçi yada arabulucu ülke atar, ben bu duruma şahidim diye. Yani akp her konuda olduğu gibi bunda da şark kurnazlığını göstermiştir. Dershanelerin neden kapatılmak istendiğini, cemaatin Hakan Fidan düşmanlığını ve hükümetle arasının neden açıldığını şimdi daha iyi anlıyorsunuz sanırım. Daha da acısı, 9 yada 10 madde olduğu iddia edilen mutabakat metninde pkk'nın onca talebine karşılık akp'nin tek şartının 2011 yılı içinde yapılacak genel seçimler bitene kadar eylemsizlik kararına devam etmeleriymiş. Yani aman ağzımızın tadı bozulmasın alirıza bey mizah değildi.

Bugün, şehit kanı üzerinden siyaset yapıyorsunuz diyen, vatanseverliklerinden kıl aldırmayan sanki hiç sorumlulukları yokmuş gibi davranan bu ahmaklar sürüsü ilk kez doğru bişey söylüyorlar. Evet şehit kanı üzerinden siyaset yapmak istemiyorum. Şaşırtıcı olansa akp'nin kurucularından olan Hüseyin Çelik'in zamanında, birkaç mehmed şehit oldu diye meclis toplanmaz demiş olmasını bu vatanseverlikle nasıl hazmedebildikleri. Yahu madem ülkenizi bu kadar seviyordunuz da şuraya kadar sadece kabaca yazdığım onca şey bu kadar mide bulandırırken siz nerde yaşıyordunuz? Marsta mı?

Zbigniew Brzezinski (adın da anlaşılacağı üzere önemli bi abimiz)   90'li yılların sonundaki bir röportajında, sovyetler afganistan'i işgal etsin de komünistlerin ekonomisi çöksün diye cia'ın afganistan'daki sovyet yanlısı iktidarı göçertip yerine mücahidin gerillalarını getirdigini ve suudi arabistanla beraber onlara 40 milyar dolar verdiklerini açıklamıştır. Hatta dediklerini de şöyle savunmuştur: "dünya tarihi açısından hangisi daha önemliydi? taliban mı, sovyet imparatorluğunun çökmesi mi? bikaç tane serseri müslümanın hayatı mı yoksa soğuk savaşın bitmesi ve orta avrupa'nın kurtuluşu mu?"

Brzezinski kim mi?

Kendisi eski abd başkanlarından Jim Carter'in baş danışmanı. Büyük Ortadoğu projesi bu adamın fikirleri üzerine temellendirilmiştir.

Ben bop'un eşbaşkanıyım demiş birinin sizin birkaç şehidinize üzüldüğünü mü sanıyorsunuz?

19 Mart 2015 Perşembe

Frankfurt'ta Bir Gezi Parkı!

Yeterince, Hans ve Olga capsi koyup geziyle karşılaştırmalı analizlerle?! eğlendik mi gençler? Şimdi gerçek dünyaya dönme zamanı.

1. European Central Bank. Yani Avrupa Merkez Bankası. Olayların çıkış refleksi, bu bankanın 1.3 milyar euroya mal olan yeni binasının frankfurt'taki açılış töreniyle ortaya çıkıyor. Yani bununla aynı fiyata mal olan saraya gıkını çıkaramayanlar Merkel'e, Der Spiegel'e onurlu olmaktan falan bahsediyorlar. Üstelik binanın imar izni bile varmış rivayete göre 😃

2. Protestocu aktivistler, hep yaftalığınız gibi Alman çapulcular falan değil. Avrupanın birçok ülke ve şehrinden gelen 20 bine yakın aktivist birçok farkındalık yaratan eyleme imza atmış ve başarılı da olmuşlar. Protesto ettikleri şey birkaç ağaç yada binanın maliyeti değil sadece. Topyekün kapitalist ve sömürgeci sistemin kendisi. Hani o ikide bir ağzınıza sakız ettiğiniz faiz lobisi var ya. Hah tam da o lobiyi protesto ediyorlar. Tabi siz her durumda kendinizle celişmeyi gelenek haline getirdiğiniz için ona da bir kılıf bulursunuz.

3. Almanya'daki azınlıklar ve özellikle azınlığın çoğunluğu Türkler'in haklarını en çok arayıp takibini yapan özellikle sol düşünceli bu gruplar olmasına rağmen en çok Türkler tarafından aşağılanıp eleştirilmeleri ise apayrı bir komedi. Bir yere sürülecek akıl icat edilseydi eminim bunu almanlar yapıp ilk bunlar üzerinde denerdi.  Merkel'in ne bok olduğunu biliyoruz. Demek Türk'ün alamanya görmüşü de olsan bişey değişmiyor. S.ken her daim yaranıyor.

4. Batı medyasını suçlama konusu ki kısmen katıldığım tek nokta da budur. Fakat adamların protesto ettiği şeyden en çok nemalanan da yine o medya patronlarıdır. Tarafsız olmalarını beklemek fazla iyimser bir yaklaşım olur. Penguen belgeseli yayınlamıyorlar hiç değilse. Yoksa geziyle kıyaslayıp alay edecek o kadar haberi, fotoğrafı rüyanızda görürdünüz.
İsteyene link atarım 😃

5. Alay etmek demişken, alman polisinin şiddet fotolarının altına; ekmek almaya gidiyordum amca, kırmızılı kadın, duran adam esprisi yapanlar bugün hayırlı cumalar capsleri paylaşacak kafaya ulaşmak için ne yiyip içiyorlar acaba çok merak ediyorum. İslam fıkıhını siz mi çok yanlış anlıyorsunuz yoksa müslümanlık argümantasyonunuz çok komplikede biz mi çözümleyemiyoruz. Hocam valla biri aydınlatırsa kırk yıl kölesi olmasam da minnet duyacağım kesin. Kölelik fıtratımızda yok, üzgünüm.

6. Birisi de çıkıp Das Paralel esprisi yapmamış arkadaş. Zekanıza yazık ediyorsunuz.

16 Mart 2015 Pazartesi

Erdoğan'ın Yeni Türkiyesi

Yeni Türkiye: Erdoğan İnşaat Sanayi Ticaret Madencilik A.Ş 

image

Hepimizin karşısında çok basit bir soru var, Erdoğan nasıl bir rejim istiyor? Bu rejimin ideolojisi ne, temel ilkeleri neler, nasıl bir çerçeveye sahip?
Bu rejimin ne olmadığını Erdoğan’ın açıklamalarından anlıyoruz.  Bu rejimde kuvvetler ayrılığı ilkesine yer yok. Bir Umut Sarıkaya karikatürü gibi Erdoğan Montesquieu’dan beri gelen, dünyanın bütün demokratik ülkelerinde kabul edilmiş çok ciddi bir ilkeye şu mantık yürütmesi ile karşı çıkıyor “işte bu kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya o geliyor sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor”

Dolayısıyla bu rejimde “kuvvetler birliği” ilkesi hakim.
Bu rejimde yasamanın görevi “halkın yarısının desteklediği” bu yönüyle “milli irade”nin vücuda gelmiş hali olan Erdoğan’ın dilek ve isteklerini yerine getirmek için kanunlar çıkarmaktan mürekkep. Ne diyor? “Bir insan bir partinin bayrağı altında seçime giriyorsa ondan sonra o parti ile birlikte hareket eder.  Ayrılıyorsa da sadece partiden ayrılmaz. Eğer dürüstse o zaman parlamentodan ayrılır, milletvekilliğinden ayrılır.”
Yani Erdoğan’a göre milletvekillerinin özgün görüşleri, fikirleri olamaz. Parti ne diyorsa emir eri gibi uymakla yükümlüdür. Neden? Çünkü milletvekilleri esasında “millet” tarafından seçilmiyor. Parti tarafından atanıyor. Öyle olunca da bir partiden ayrılmak demek, esasında milletvekili görevinden de ayrılmayı gerektiriyor.  Bu yüzden milli iradenin kendisinde tecessüs ettiği kutlu şahsiyet, bu neviden milletvekillerinden ibaret bir Meclis tarafından denetlenme külfetine de katlanmak istemiyor. Her biri kendi atadığı (veya daha kötüsü alenen halkın çoğunluğu ile aynı yönde oy vermeyen bir takım odaklar (muhalefet) tarafından seçilmiş) adamlardan oluşan bir yasama organına kamu bütçesinin nasıl harcandığı gibi konularda hesap vermek yerine, Sayıştay yetkilerini külliyen budamak gibi pratik bir yöntemle zaman tasarrufu sağlanıyor. “Hesap verilecekse millete veririz, millet hesabı sandıkta sorar”
Bu rejimde yürütme organının görevi de Erdoğan’ın emir ve talimatları doğrultusunda hareket etmekten ibaret. Nitekim bu görüşünü de şu nezih ifadelerle ortaya koyuyor: “Bakanlık varken her şey cici güzel, bakanlıktan ayrıldıktan sonra kalkıyor ‘ben filanca bakanı beğenmedim’ diyor. Senin böyle bir yetkin mi var ya. Önce bir haddini bil” 
Bu rejimde “hukukun üstünlüğü”, “yürütmenin yasama tarafından denetlenmesi”, “kanunların anayasaya uygunluğu” , adil yargılanma, masumiyet karinesi gibi ilkelere de yer yok. Bunlar da milli iradenin önünde engel koyan bir takım “bürokratik” düzenlemeler. Hesabı yalnızca sandıkta verecek olan kutlu zatların önünde hesap sormaya kalkan ve hiçbir yerden oy almamış bir takım “bürokratların” denetimi de kabul edilebilir değil. Bu yüzden Erdoğan ne diyor? “Benim polisim”, “Benim yargıcım”, “Benim savcım.” Devletin değil, bizzat kendisinin.
Dolayısıyla bu genel rejimin çerçevesini şu şekilde çizebiliriz,
Bu rejimde bir kere “sandık” var. O sandıkta nasıl oy kullanıldığı, siyasi rekabetin adil olup olmadığı önemli değil. Sandık 4 yılda bir konuluyor, hesaplar soruluyor, ne çıkarsa bahtına. Sandıkta verilen oylar da öyle partiye filan değil, tüzel kişiliklerin yeri yok, oylar o partinin başkanı kimse doğrudan ona veriliyor. O şahıs da büyük bir kurumla Yürütme organının başına geçiyor. Yasama, yargı bu şahsa bağlı. Hiç değilse önünde iki büklüm. Herkes bunun emirlerine uymakla mükellef.  Bu şahıs milli iradenin ta kendisi.
Dolayısıyla bu rejimde elbette bir seçilmiş, ayrıcalıklı, elit bir grup var. Bunlar “milli iradenin” temsilcisi olanlar ile onun yakınları. Bunlar bir kere seçilmiş bulundukları için her türlü denetimin, sorgunun, sualin üstündeler. Bunlar hesap verirse sadece “Milli irade”nin temsilcisi olan şahsa verirler, hatta tokat da yiyebilirler.
Bir de ötekiler var. Bu ötekiler de türlü tezvirat ve eleştiri ile “millet tarafından kendisini yönetme görevi verilmiş mübarek şahsın” önünde engeller oluşturan, her tür insani duygudan muaf düşmanlar. Bunlar sermaye içinde olabilirler, medyada olabilirler, siyasette olabilirler. Bunların da yok edilmesi, hiç değilse araçsız bırakılması gerekiyor. Maazallah bunların eline bir güç verilirse, çok kıymetli milleti de “yanlış yönlendirip”, “kara propaganda” ve  “bir takım oyunlarla” bu sevgili zatın etrafından ayırabilirler. Dolayısıyla basın özgürlüğü, fikir özgürlüğü efendim toplantı ve gösteri özgürlüğü diye bir şey yok. Adam gibi milli iradeye uygun hareket edilecek..
Bu rejimde millet nerede? Millet ikiye bölünmüş. Bir tarafta milli iradeye biat etmeyen insan grupları var. Bunlara kısaca terörist, marjinal, atheist, tinerci, ayyaş, çete üyesi, imam hatip lisesinde değil de başka okullarda okumuş, kürtajcı, kızlı erkekli aynı evde kalan çapulcu diyoruz. Diğer tarafta da milli iradenin etrafında hizaya gelmiş, partiye üye olmuş hiç değilse oy vermiş, içki içseler de ayyaş olmayacak olan insanlar var. “Millet” derken de esas olarak bu insanlar kastediliyor. Kalan “azınlık” da “millet düşmanı” olarak tasnifleniyor. Sermaye de emek de kalan bütün her şey de bu çerçevede ikiye ayrılıyor. Örneğin “Milli sermaye” AKP’ye oy veren işadamlarından mürekkep, kalanı “kökü dışarıda odaklara çalışan malum çevreler”
Erdoğan’ın hayal ettiği, “Yeni Türkiye” dediği, bunun için “istiklal harbi” başlattığı rejimin üç aşağı beş yukarı genel çerçevesi bu. Elbette böyle bir rejime demokrasi denmiyor. Bütün gücün tek bir kişinin elinde toplandığı, kuvvetler birliği ilkesine dayanan ve kimseye hesap vermeyen iki tip rejim var: Diktatörlükler ve Mutlak Monarşi.
Bu zamana kadar Erdoğan’ın “şeriat ile yönetilen bir diktatörlük” arzu ettiği yönünde çok fazla yazıldı çizildi. Bu görüşe de katılmak mümkün değil.  İslam Şeriatı’nın da bazı kuralları var.  Herhalde “Hz. Ebu Bekir halifeyken geçinmek için bir Yahudi kadının keçilerini sağardı” hikayeleri ile kalbini dolduranlar da bunu bizim kadar bilecektir. Beyt’ül mal konusu önemli. Halkın parasının nasıl harcandığı, kimlere verildiği, nasıl kullandığı üstüne upuzun bir külliyat var. Bugün Ahmet Turan Alkan bu konudaki bir hükmü de şöyle paylaşıyor:
“Zaman-ı saadette zekât tahsildarlarından bir zat, birçok mal getirip bunların şu kısmı zekâttır, bu kısmı da bana hediye olarak verildi, demekle Resul-i Ekrem Hazretleri, ‘Sizden biri babasının, anasının evinde otursa idi kendisine böyle bir hediye verilir mi idi?’ tarzında hitab buyurarak bu hediyelerin tahsildara ait olmayacağına işaret buyurmuştur.” 
Elbette böyle menkıbelere ve hadislere ihtiyacımız yok. İslam hukukunda hırsızlığın, yolsuzluğun ciddi suçlar olduğunu, kul hakkı konusunda da önemli kurallar bulunduğunu biliyoruz. Örneğin Altın kaçakçılığı, kara para aklama, ayakkabı kutusunda para biriktirme, takım elbisede rüşvet alma,  Emniyet’e ait 1 milyar dolarlık bir arazinin, Başbakan’ın oğlunun yöneticisi olduğu bir vakfa 400 milyon dolara bahşedilmesi gibi uygulamaların bu sınırların çok ötesinde olduğunu anlamak için ilahiyat fakültesi mezunu olmak gerekmiyor.
İş böyle olunca karşımızda şöyle bir soru beliriyor. Bu rejim nasıl bir rejim ki, hem demokratik ilkelerden tamamen muaf, hem de islami akidelerden alabildiğine bağışık? Bu rejim nasıl bir rejim ki, hem 300 yıllık demokrasi deneyiminden hem de 1400 yıllık islam geleneğinden uzak?
Öyle olunca herkes elbette tarih kitaplarını açıyor, bakıyor, meşrebine göre Putin’e benzetiyor, Chavez’e benzetiyor,  Suharto’ya, Kim Jong İl’e gidiyor. Kabul, uygulama bazında benzetilecek çok örnek var. Putin’in otokratları ile Erdoğan’ın çevresini benzetmemek mümkün değil. Chavez’in popüler karizmatik lider kültü ile Erdoğan’ın yaptıkları da yanyana konabilir. Ancak bu örnekler de bu rejimi tamamen ifade etmeye yetmiyor. Karşımızdaki rejim yeni, gerçekten de “Türk tipi” bir şey.

 Bu rejimin adı: Erdoğan İnşaat, Sanayi, Ticaret, Madencilik Anonim Şirketi

 image

Bir anonim şirket 5 kişi tarafından kurulur. (Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Cemil Çiçek) Belirli bir alanda faaliyet gösterir. Yalnızca ortaklarına karşı sorumludur. Herkes hissesi oranında oyunu kullanır. Bütün güç çoğunluk hissesine sahip olan Yönetim Kurulu Başkanı’ndadır. Şirket yöneticileri ve çalışanları elbette kendisinden sual soramaz. Hesap yıl sonundaki genel kurulda verilir.
Bu tip şirketler, çeşitli alanlarda faaliyet gösterebilir, türlü çeşit işlere girebilirler. Hukuk genel olarak dışarıdan alınan bir hizmet,  sözleşmeleri hazırlayan, bir takım görüşler sunan, işi kılıfına uyduran veya dava açıldığında insanın tepesini attıran bir takım kurallar dizinidir. Türkiye gibi bir ülkede faaliyet gösteren her tacir zamanla hukuka saygı göstermemeyi, hukukun satın alınabilen, eğilen, bükülen, güç karşısında yeniden düzenlenebilen bir takım engellerden ibaret olduğunu öğrenir. Bu noktada AKP’nin bu işi cemaate outsource etmesi de çok şaşılacak bir gelişme değil beklenendir, tacir bizzat kendisi yargı işiyle uğraşmaz bir “avukat”a verir.
Muhasebe, kişisel banka hesabını tutan, o hesaptaki artışla başarıları ölçülen, temel mali kurallar da etrafından dolaşılması gereken çukurlardır. Ortaklara “hesap” verirken çok şeffaf olunması gerekmez, yıl sonunda durum pozitif ise pozitiftir ve pek kurcalanmaması gerekir.
Büyük bir şirkete sahipseniz, elbette belirli güvenlik elamanlarınız da olacaktır. Bu elamanlar aynı zamanda sizin kabadayılarınız, bodyguardlarınız olabilir ve canınızı sıkan insanları dövdürebilirsiniz. Onlar size “hayır” demek için değil “emredersiniz” demek için vardır, canınızı korurken aldıkları asgari ücret sebebiyle de şükranlarını her dakika sunmak zorundadır.
“Beğenmezsen başka kapıya” dediğiniz çalışanlarınız, “daha ne istiyorsun sana iş verdik” dediğiniz personeliniz, siz zenginleştikçe kenardan taşanları yiyecek ve her yaptığınızın arkasında duracak yönetim kurulu üyelerinizle, yıl sonunda temettüden payını alacak olan hissedarlarınız da mutlaka olacaktır.
Böyle bir anonim şirket patronu medyanın da kendisini çok kurcalamasını istemez. Ticari itibarını ve karını düşünür. Medya, kendisi hakkında sürekli olumlu bir algı üretmesi gereken bir aparattan ibarettir. Onlar gereken yayınları yaptıkça daha fazla insan hisse senedi alacak, şirketin değeri artacak, güçlenecektir. O yüzden medya mensuplarının “doğru yazıları” yazması için her türlü yol ve yöntem “şirketin ali menfaatleri” için alabildiğine uygulanır.
Böyle bir şirketin önceliği asla kamu hizmeti değil, kardır. İslamla veya bir akideyle bağlı olması gerekmez.. Karı arttıkça güçlenecek, güçlendikçe daha da ileriye gidecek bir makine gibi temel bütün değerlerin üstünden paspas gibi geçilir. Büyüme, gelişme, istikrar, sihirli kelimeler, yatırım ve kar temel odak noktası olur.
Erdoğan bir ülke yönetmek istemiyor, bayağı büyük, çok ortaklı bir şirket yönetmek istiyor. Bu şirket kar üstüne kar ettikçe elbette hissedarlarına belirli maddi yardımlarda bulunabilir. Kömür, makarna, bulgur yardımı en nihayetinde temettü dağıtımından ibarettir. Önemli olan bu şirketin çalışmaya ve kar etmeye devam etmesidir.
Yolsuzluk yapsak yol yapabilir miydik! Evet bir inşaat şirketi yol yapmayı önemser. Bu durumda kamu ihalelerini kazanmak, bunun için komisyon vermek “normal” bir uygulamadır. Bir devlet adamı bununla tatmin olmaz, ahlakilik arar, hukuku arar, kamu çıkarını gözetir ama bir inşaat şirketi bunu çok iyi anlar.

 image

Erdoğan İnşaat, Sanayi, Ticaret ve Madencilik A.Ş bugün bir çok alanda faaliyet gösteren, çok güçlü ortaklardan oluşan bir holding. Bağlı inşaat şirketleri, adamları, medya grubu, madencilik alanındaki faaliyetlerini hepimiz biliyoruz.  Ticaret ve Sanayi alanında devasa yatırımları var. Üçüncü köprü, Marmaray, Havalimanı, Kanal İstanbul bu şirketin alt taşeronlarına verdiği ve payını aldığı gözde projeleri.
Erdoğan sandıktan en büyük ihaleyi kazanıyor. Kamu kaynaklarını kullanma yetkisini.   Bu yetkiyi de şirketini büyütmek, güçlendirmek, zenginleşmek için kullanıyor. Nasıl bir büyük şirket aldığı projeyi bizzat kendisi yapmak zorunda değilse, nasıl alt taşeronlara vererek işi bitirebiliyorsa Erdoğan da kendisine bağlı alt taşeron şirketlere ihaleleri dağıtıyor, onlarla sermayenin dönüşümünü sağlıyor, kazandığı paralarla hissedarlarına temettülerini dağıtıyor ve her gün kendi şirketinin propagandasını yapabilmek için medyanın karşısına çıkıp reklamları sunuyor.
Karşımızdaki yapının siyaset biliminde karşılığı yok. Çünkü siyaset biliminin kapsamı içerisinde değil, bu iş ticaret hukukunun alanı.
Kamu ihale kanunu son 11 yılda 164 defa değiştirildi, Sayıştay Kanunu bütünüyle değiştirilerek budandı, bütün bağımsız kamu kurumları KHK’lar ile yürütme organına –Erdoğan’a- doğrudan bağlı hale getirildi, bütün sermaye grupları, onlara bağlı olan medya grupları zapturapt altına alındı. Neden? Çünkü Erdoğan İnşaat, Sanayi, Ticaret, Madencilik A.Ş rekabet istemiyor!
Öyle ki, 14 Ağustos 2013 tarihli Wall Street Journal’ın şu haberi durumu gözler önüne seriyor:

Bakanlar Kurulu 2 yıldır imar gündemi ile toplanıyor

 image

Resmi Gazete’de yayınlanan kararlardan derlenen verilere göre 2013’ün ilk 6 ayında 346 karar alındı. Bunların 206’sını, başka bir ifadeyle alınan tüm kararların yüzde 60’ını imar kararları oluşturdu. Benzer bir eğilim 2012’de de görülüyor. Bakanlar Kurulu, 2012’de 618 karar alırken bunların 253’ü imara ilişkin kararlardan oluştu.
İmara ilişkin kararların özellikle 2012 sonrasında Bakanlar Kurulu’nun gündeminde ağırlıklık kazanması dikkat çekiyor. Örneğin, 2009’da kararların yalnızca yüzde 5’i imar ve gayrimenkullere ilişkindi. Bu oran 2010’da yüzde 17’ye, 2011’de yüzde 23’e, 2012’de ise yüzde 41’e çıktı.
Alınan imar ve gayrimenkul kararlarını, ‘acele’ kamulaştırma, alt yapı ve kentsel dönüşüm, riskli alan belirleme, tahsis ve toplulaştırma kararları oluşturdu.”
Ne diyor? Yol yaptık! Ne diyor?  Yol yapmak için gerekirse Camii bile yıkarız! Ne diyor? Havalimanı, Marmaray, Üçüncü Köprü, hayaldi gerçek oldu!
Ali Ağaoğlu’nun meşhur reklamındaki gibi “Hep hayal ederdim 10. Kattaki bir evin bahçesi olur mu? YAPTIM OLACAK!”
Ağaoğlu bu açıdan yerine denk gelen bir örnek. Bu reklamın çekildiği alan halka aitti, Ağaoğlu’na verildi.. Ayazma’da oturan 1730 aile “kentsel dönüşüm” çerçevesinde evlerinden sürüldü, naylon çadırların içerisinde yaşamak zorunda kaldı. Ödemeleri mümkün olmayan borç taksitleri yüzünden evsiz, yersiz yurtsuz kalanların durumu elbette Ağaoğlu’nun kalbine dokunmadı,  eski Ayazmalıların evlerinin yerine kondurulan ve en ucuzu 250 bin, en pahalısı 950 bin lira olan Ağaoğlu MyWorld Europe Projesi ile Ağaoğlu servetini katladı. Büyük patrona teşekkür ederken, şöyle diyordu: “Bugün otobüse binecek olsan paran olması gerekiyor. Sosyal devlet derken tabi onlara yardımcı olacak ama insanlar da katkı sağlayacak.”
Ağaoğlu bir başka açıdan da son derece yerinde bir örnek. O şirketini nasıl yönetiyorsa Erdoğan da Türkiye’yi öyle yönetmek istiyor. Ağaoğlu nasıl inşaat projelerini tanıtıyorsa, Erdoğan da o şekilde tanıtıyor. Ağaoğlu şirketi yönetirken nasıl islam akidelerini, hukuk kurallarını, demokratik ilkeleri önemsemiyorsa Erdoğan da önemsemiyor ve Ağaoğlu bir yargısal sürecin muhatabı olsa nasıl yırtmak için elinden geleni yapacaksa Erdoğan’da elbette yapacak!
Dünyada hiç kimse bir inşaat şirketine ideolojisini sormaz. Hiç kimse efendim bunlar demokrat mı, liberal mi, sosyalist mi, İslamcı mı diye merak etmez. AKP de bu sorulardan muaftır. İdeolojisizdir, pragmatiktir, karı önceller, kamu kaynaklarını dağıtmak ve kontrol etmekten daha büyük bir perspektifi yoktur. Sonu gelmeyen rakamlar, TİM’den apartılmış 2023 hedefi ve çılgın projeler ancak Ağaoğlu’nun reklam filmlerindeki gibi propaganda malzemesinden ibaret.
Bir inşaat şirketinin daimi dostları ya da düşmanları yoktur, kar önceliği vardır. O yüzden Erdoğan Irak savaşına destek verebilir, arkasından Putin’le elele verip, ABD’yi kendi üstünde operasyon yapmakla suçlayabilir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ortağıyım diye gerine gerine gezinip sonra İsrail ile çatışma içerisine girip, İran’la Suriye üstünde anlaşmazlığa düşüp o arada İran’a altın ihracatı işini Halkbank üstünden ayarlayıp, bir yanda Başer Esad’a “zalim diktatör” derken diğer yanda Sudan’da katliam yapmış Ömer El Beşir ile el sıkışabilir. Bir inşaat şirketi ahlakla değil kar rakamları ile bağlıdır.
Sizin için nasıl bir gelecek hayal ettiklerini söyleyeyim. Bu gelecekte size sadece iki yol var, hissedar olmak veya rakip şirketlerin adamı olmak.
"Ya AKP’lisiniz ya da değilsiniz. Taraf olmayan bertaraf olur. Herkes yerini seçsin!" Vaad ettikleri bu. Ya bu şirketin projelerini destekleyecek, daha fazla kar etmesini sağlayacak, pek sesinizi çıkarmadan kendi işinize bakacak ve patrona ölene kadar koşulsuz bir biat edeceksiniz, ya da sizin üstünüzden dümdüz geçene kadar asla durmayacaklar.
Sizden karakterinizi, insanlığınızı, onurunuzu istiyorlar. Bu şirketin elemanı olarak her şeyi savunmak, her şeyi söylemek, dün ak dediğinize bugün büyük bir aşkla kara demek ve sonra düğmeye basılır basılmaz hemen aka dönmek zorundasınız. Kendi fikirleriniz yok, kendi düşünceleriniz, inançlarınız konu dışı. Önemli olan şirketin -yani patronun- çıkarları.
Sizden bir Meryem Gayberi, Nihal Bengisu veya Yıldıray olmanızı istiyorlar. Sizi daha da aşağı düşürmek için he şeyi talep talep ediyorlar. Dün BDP’li vekillerin tutuklanması için atılan nutukları büyük bir heyecanla alkışlayacaksınız, bugün barış süreci propagandası yapacaksınız, dün İmralı ile görüşen şerefsizdir denilirken içiniz gidecek bugün İmralı ile sürdürülen görüşmeleri tarihi bir adım olarak savunacaksınız, dün veya bugün yok, patronun çıkarları var.
Bütün ülke zapturapt altında Patronun verdiğine hamd edecek, fazlasını istemeyecek, ne uygun bulursa onunla yetinecek. Medya reklamları yayınlamak için var, okumak, düşünmek, yazmak boş işler, zamanınız size ait değil, patrona ait. Bir işçi nasıl kendi hayatının sahibi değilse, nasıl emeği ve zamanını satarak para kazanıyor ve bunun karşılığında kabul görüyorsa Türkiye için de daha fazla özgürlük bahis konusu değil. Emeğinizi ve zamanınızı satacak, Erdoğan İnşaat Sanayi Ticaret Madencilik Anonim Şirketi’ne çalışacak, şükürler üstüne şükürler edecek, dönem sonunda da paşa paşa gidip elinizdeki oyu sevgili patronunuza atacaksınız. Maazallah rakip şirketler kazanmasın, hepimiz batarız!
Mutlak Monarşi bile bir ilerlemedir. Kendi kuralları, dizini, soylular sınıfı, tebaası, aşılmaz geçilmez ilkeleri vardır. Bir Mutlak Monarşi’de bile kralı en azından denetleyebilecek ara kurallar, ruhban sınıfı bulunur. Hayır, onu bile kabul etmeyecekler.
Tarihin gördüğü en alçakça sistemi bize öneriyorlar, bir devleti bir şirket, bir halkı personele indirmeyi istiyorlar. Kimsenin sorgulayamayacağı, sorgulama aracı bulunmayan, kar odaklı, hesap vermez, başına buyruk, her tür ahlaktan muaf bir anonim şirketin parçası olmayı. Rasim Ozan’ların, Nagehanların ve Hüseyin Çelik’in pazarladığı Yeni Türkiye’nin İstikbal mücadelesi bundan ibaret.
Erdoğan A.Ş’nin önünde ise siz varsınız. Hukuk isteyenler, adalet isteyenler, özgürlüklere sahip olarak insan gibi yaşamak için mücadele edenler. Ciğerlerinde biber gazı, sırtlarında cop izi, kalplerinde kaybettiklerinin acısı olanlar. Bir parkta oturmak için sokakta TOMA’nın önünde durmayı göze alanlar. Kitap okumak isteyenler, bir şarkıyı dinlerken gözleri dolanlar, sevgilisiyle elele tutuşup sokaklarda gezip, dudağından kocaman öpmek isteyenler. Sizler değiştirebilirsiniz.
Artık gökleri alçaklığın tüm icraatları sarmışken, yolsuzluk dosyaları pespaye bir şekilde ortaya konulmuşken, devlet içerisine yerleşmesine göz yumulmuş örgütler bizzat yerleştirenler tarafından açık edilirken, yüzlerce insan insanlık onuruna aykırı davalarla tutsak tutulurken, Türkiye’nin halleri bütün dünyaya malum olmuş ve bütün dış yatırımcılar kaçmaya hazırlanırken, ahlakın, onurun, insanlığın, medeniyet tecrübesinin tüm doğruları bir bir ortaya çıkıp ne kadar pespaye bir yönetimle yönetildiğimizi bize apaçık ortaya çıkarken, tarih kürsüsüne çıkıp şunu söyleyebiliriz:
“O koltuklarda çok uzun süre oturdunuz ve hiçbir şey yapmadınız. Allah aşkına hemen gidin!”
Leo Amery

Alıntıdır :  http://aethewulf.tumblr.com/post/71436408387/yeni-turkiye-erdogan-insaat-sanayi-ticaret

2 Mart 2015 Pazartesi

Ahh Venüs, vahh Venüs

Venüs'ün güneşin önünden geçişi tam olarak 11-12 aralık 2117 ve 8 aralık 2125 tarihinde olacak ve şu şekilde görülecek:


1
2
3
4

Bu yazıyı okuyanların hiçbirisi o geçişi göremeyecek(değişik bir teknoloji bulunmazsa). Bu muazzam gök olayından haberdar olanlar bilir, en son 2012 yılında gölge yaptı bize bu arkadaş:
işte

Vay nasıl kaçırdım diyenler olabilir ancak bu konuda bir talihsiz adam var ki tarihte eşi benzeri yok.
kim?
guillaume joseph hyacinthe jean-baptiste le gentil de la galaisière
evet bu nasıl isim amk dediğinizi duyar gibiyim çünkü ben de dedim, cümle alem demiş olacak ki kısaca guillaume le gentil diyelim lan sana demişler.
Fransız bir astronom bu dayı. aha da tipi
Bu arkadaş messier kataloğu konusundaki buluşları ile meşhur bir adam. ama onu asıl meşhur eden şey venüs'ün geçişi ve bu dayının bahtsız bedeviden kötü şansı.
Nasıl mı?
Bu dayı, venüs gezegeninin güneş önünden geçişi ile ilgili bir çalışma yapmaya niyetli birisi. o dönemler daha iyi gözlem ve hesaplama yapabilmek amacıyla pasifik sularına yelken açmak moda.
1760 yılının mart ayında (bu tarihe dikkat) o zamanların fransız kolonisi olan ve hindistan yarımadasının doğu kıyılarında yer alan pondicherry'e gitmek için paris'ten ayrılır. Haziranda madagaskar adasının doğusundaki mauritius'a ulaşır. aha burası

Hindistana yol almak üzereyken ingiltere-fransa savaşı başlar. Hedefe yaklaştıklarında fransız kolonisinin ingiltere'nin eline geçtiğini öğrenirler ve demir atamazlar ve gerisin geri mauritius'a dönerler. 6 haziranda venüs'ün geçişi gelir çatar ve bizim gentil efendi geminin güvertesinde martılara ekmek atmaktadır. Elindeki ekipmanlar durmadan sallanan bir geminin güvertesinden gözlem yapmasına imkan vermemektedir.
"neyse" der gentil "canı sıkmaya gerek yok bu kadar yol geldik bir sonraki geçişe kadar beklerim amk!".
Bir sonraki geçiş 8 yıl sonradır ama ondan sonraki geçiş 112 yıl sonra. 8 yıl lan ne olacak amk! Bu 8 yılını madagaskar adasının sahil haritasını çıkarmakla harcar ve sonunda 1768 yılında filipinler'e, manila'ya yelken açar çünkü geçiş yaklaşmıştır. Ancak yolda ispanyol hükümet yetkilileri ile sorun yaşar ve filipinlere giremez. Savaş zaten bitmiştir ve o da tekrar rotasını ilk hedefine yani pondicherry'e doğrultur. 1768 yılının mart ayında oraya ulaşır ve küçük bir gözlemevi inşa eder.
ve?
Ve 1 seneden fazla orada bekler çünkü geçiş 1769 yılının 4 temmuzunda olacaktır. Temmuz ayı geldiğinde bizim dayı çok heyecanlıdır, içi içini yiyordur artık, yıllardır bu anı beklemektedir. Paris'i ne çok özlemiştir üstelik. Hava da haftalardır berrak ve güzel, ohhh mis gibi pasifik yazı.
4 temmuz sabah uyandığında "şansımı ızdırabımı sikeyim!" diyecektir çünkü hava yağmurlu ve kapalıdır. Venüz gezegeni güneşin önünden usul usul geçerken bizim gentil hiç bir bok göremez. "bana yıllarımı geri verin" şarkısı söyler uzun süre ve fransa'ya dönmeye karar verir. "daha kötü ne olabilir" diye düşünürken dizanteriye yakalanır ve bu sebeple dönüş planı biraz gecikir. Bu gecikme nedeniyle fırtına dönemine denk gelir dönüş. Gemisi fırtınaya yakalanır ve madagaskar'ın doğusunda küçük bir adaya çakılır. aha harita
Mürettebat ve bizim bahtsız bedevi o tartıştığı ispanyol hükümet gemilerinin gelip onları almasını ve fransa'ya götürmesini bekleyecektir. Öyle de olur. Uzun ve meşakatli bir yolculuktan sonra fransa'ya döner.
Ayrıldıktan 11 yıl sonra dönmüştür paris'e.

-ne yaptın hacı? venüs menüs? kaç yıl oldu la!
-göremedim amk! madagaskarın koylarını çizdim ama.
-ney? lan zaten 130 yıl önce yaptık biz onu?
-olsun. pastelle boyadım ama ben kot farklarını.
-aferim!

Şaka bir yana döndüğünde bahtsızlığı bitmeyecektir.
Hakkında ölüm ilanı verilmiştir çoktan ve kraliyet bilim akademisindeki makamını da kaybetmiştir bu sebepten. Daha kötüsü ölüm ilanı ile neredeyse bütün mal varlığı açgözlü varisleri tarafından bölüşülmüştür.
Bitti mi?
Hayır!
Karısı da başkasıyla evlenmiştir.
Kutup ayısını sırtında taşıyormuş ama haberi yok resmen bizim bedevi.
Neyse ki akademideki pozisyonu geri verilir. Elinde kalan bir tek buna mı üzülsün, venüs'ü kaçırdığına mı yansın, karısını partilerde başkasıyla kol kola gördüğüne mi kudursun, parasız kaldığına mı küfretsin iki arada kala kala fransa'da sakin ve yalnız bir hayat sürerek 22 ekim 1792 yılında venüs'ü göremeden ölür.

Şimdi o ilk resme yeniden bakalım; aha
yazık la!

1 Mart 2015 Pazar

Plazma Evren Modeli


Literatür ve diğer kaynaklardan okuyup anladığım kadarıyla; kabaca şöyle bir teori.

Büyüklüğünün sınırlarını idrak edemediğimiz olimpik bir havuz düşünün, yani bi sınır yok sadece idrak edemediğimiz için sonsuz büyüklükte diyoruz. Bu havuzun içi belki yüzbinlerce baloncuktan oluşan köpükle dolu olsun. Teori diyorki, hani gökyüzüne bakıp uzay diyoruz ya, gezegenimiz, yıldızlar, güneş sistemi, galaksimiz ve birçok başka galaksi, işte o baloncuklardan birinin içindeyiz ve biz mevcut bilim ve teknolojimizle daha içinde bulunduğumuz baloncuğun büyüklüğünü bile idrak edebilmiş değiliz.

Hakikaten böyle bir büyüklük akılla kavranacak birşey değil. Ama yaratıcının gereksizliği sanrısı fazlaca sakil duruyor. Gerek big bang gerek başka izahatlar varoluşu açıklamıyor, hep vardı demek ya da süreç böyle başladı demek nedensellik ilkesine ters. Hal böyle olunca işin için zaman boyut vs birsürü sikindirik kavram giriyor. Şahsen dindar bir insan değilim ama bilimin hiçbir noktasında yaratıcıyı pasifize eden rasyonel ifadelere denk gelmedim. En ateşli tartışmaların konusu olan evrim teorisinde bile böyle bir iddia yok keza hepimiz aynı eksen üstünde farklı bakış açılarını zıtlık olarak algılıyoruz zira maymunlarla ortak atadan geliyoruz demek tanrı yoktur demekle eşdeğer bir ifade değil. neyse konu bu değil ama teori oldukça tutarlıymış.

Plazma Evren Modeli